İnsan egosu, kültürümüzün şekillenmesinde belki de en önemli etmenlerden birisi. Bilimkurgu da maalesef bundan yer yer nasibini alıyor. İnsan türü, ana akım sinemada çoğunlukla ‘iyi taraf” olarak gösterilir. “Kötü taraf” olarak gösterildiğimiz bazı istisnai yapımlarda ise, sevgi, şefkat gibi “insansı” vasıflar taşıyan başka bir türün karşısında, bu özelliklerimizi kaybetmiş ve barbarlaşıp ruhsuzlaşmış bir tür olarak betimleniriz. Robotların dünyayı ele geçirdiği bir gelecek tasavvuru sunan Terminator ile zombilerin yaşam alanlarımızı istila edişini anlatan bazı post-apokaliptik filmler bunun örneklerindendir.
Şahsen bu işe farklı bir bakış açısıyla yaklaşan hikayelerden çok daha güzel şeyler çıkabileceğini düşünüyorum. Mesela Dmitry Glukhovsky’nin Metro 2033 romanı ve geçenlerde izlediğim Gabe Ibáñez’in Automata filmi, ilk aklıma gelenlerden.
State Zero ise, senaryosuyla benzer bir şeyi yapmaya çalışan 16 dakikalık bir kısa film olarak karşımıza çıkıyor. Andrée Wallin’in ilk filmi ve kanımca oldukça başarılı. Evet, belki senaryo bir kısa filmden bekleneceği üzere fazla ayrıntılar sunmuyor; ama o sıkılıp usanmadan izlediğimiz ‘ucube’lerin bir zamanlar insan olduğunu bize hatırlatıyor. Acaba, onlar ne hissediyorlar? Onlar duyguları bastırılmış, içgüdüleriyle hareket eden ve insanlıklarını kaybetmiş canavarlar mı sadece, yoksa içlerinde hala insansı duygular taşıyan, ancak bedenlerini kontrol edemeyen acılı bireyler mi? Belki de masumca, sadece dünyadaki yerini isteyen yeni türlerdir?
Coach’un bu sorunun cevabı üzerine fazla kafa yormadığı belli, ancak bizim yormamızda bir sakınca olduğunu düşünmüyorum. Post-apokaliptik bilimkurgu, çok güzel hikayeler çıkarabilecek potansiyele sahip. Ama her türde olduğu gibi, yazarlar/yönetmenler tek bir akıma takılıp kalırsa çerezlik, kanlı-beyinli zombi filmlerinden öteye gidemeyeceği de ortada.