Aralık Ayında Vizyonda Ne Var?

Aralık Ayında Vizyonda Ne Var?

Bu Aralık’ta gerçekten sinemaya doyacağımız bir ay olacak. Gerçekten de bu ay sinemada yok yok diyeceğimiz bir ay olacak. Devam filmleri, ödüllü filmler, festival filmleri, dönem filmleri her şey mevcut bu ay. Tabi komik olması gereken ve asla komik olmayan komedi filmleri ve korkmak için birisinin dürtmesinin gerektiği korku filmleri de var. Hal böyle olunca ben de sizler için vizyona girecek filmlerden kendimce izlemeye değer olanları derledim.  Kesinlikle izleyeceğim ilk 5 film listemi de sizle paylaşacağım. Fazla uzatmadan başlayalım o zaman.

İlk olarak bu Cuma yani 3 Aralık’ta vizyona giren filmlere bakacağız. İlk filmimiz The French Dispatch yani Fransız Postası. Romantik, komedi ve dram türlerinin ağır bastığı Filmin Yönetmen koltuğunda Wes Anderson var. Wes Anderson sinemaya pastel renkli kadrajları kadar renkli konularıyla damga vuran auteur bir yönetmen.  Büyük Budapeşte Oteli, Moonrise Kingdom, Tenenbaum ailesi gibi başyapıtlarında yaratıcısı. Kısacası tam bir yönetmen filmi. Ki zaten prömiyerini de Cannes Film Festivalinde gerçekleştirdi. Fakat Altın Palmiyeyi Titane filmine kaptırdı.  Filmin oyuncu kadrosu ise inanılmaz bir kadro gerçekten. Bu kadar karakter oyuncusunun bir filmde toplanması bile filme gitmek için bir sebep. Hepsini saymayacağım ama Tilda Swinton, Kate Winstlet, Bill Murray, Willem Dafoe, Jason Schwartzman, Owen Wilson, Adrien Brody ,Benicio Del Toro, Frances McDormand, Timothée Chalamet, Christoph Waltz, Elisabeth Moss, Henry Winkler, Lois Smith, Edward Norton, Rupert Friend … Daha fazla sayamayacağım sanırım. Filmin konusuna gelecek olursak; 20. yüzyıl kurgusal Fransız şehirlerinden birinde geçen bir Amerikan gazete bürosundaki bir grup gazeteciyi konu alıyor. Gazetede çalışan editörler, baş editörlerinin anısına yeniden yayınlanmak üzere yayınlarından üç hikaye seçerler. Yani bu üç hikayenin yayınlanma sürecinde yaşananları ve Amerikadan büyük bir gazeteci olmak için gelen karakterimizin mücadelesini görüyoruz. Aslında konu çok daha fazlası ama ne söylense spoiler etkisi yaratacağı için bu kadar bahsediyorum.

Bergman Island yani Bergman adası. Filmin yönetmen koltuğunda Mia Hansen-Løve yer alıyor. Mia Hansen-Love ‘de yine son dönemlerin yükselen auteur yönetmenlerinden biri. Bergman Island filmi bu sene Cannes Film Festivalinde dünya prömiyerini yaptı ve altın palmiye için yarıştaydı. Filmin başrollerinde ise; Vicky Krieps ve Tim Roth yer alıyor. Filmin konusuna gelecek olursak; Amerikalı sinemacı bir çift, yazlarını Bergman’ın uzun süre yaşadığı İsveç’teki Farö adasında geçirmeye karar verir. Amaçları yeni filmlerinin senaryosunu yazmaktır ama günler geçtikçe senaryonun derinliklerinde hayalle gerçek iç içe geçmeye başlar. Kısacası ilginç bir serüven gibi geliyor kulağa özellikle de sinema ve Bergman sevgisini ele alan alışılmadık bir dram olması merak uyandırıyor.

Bağlılık Hasan. Bir Semih Kaplanoğlu filmi olmasının yanı sıra Türkiye’nin 94. Oscar Ödülleri adayı oldu. Nasıl oldu neden oldu o kısımlar fazlasıyla tartışılır ama şu an tartışmayacağız tabiki. ‘Bağlılık’ üçlemesinin ikinci filmi olan Bağlılık Hasan filminde, geçimini babadan kalma meyve bahçesi ve domates tarlasıyla sağlayan Hasan’ın hikâyesiyle geliyor karşımıza. Hasan ile eşi Emine’yi tanıdıkça, yıllar boyunca verdikleri zorlu hayat mücadelesi içinde, sadece kendi hedeflerine uygun hareket ettiklerini, davranışlarının başka insanlar üzerindeki etkilerini pek düşünmediklerini görüyoruz. Yıllardır bekledikleri güzel haberi alıp Hac için Mekke’ye gitmeye hazırlandıkları günlerde, Hasan geçmişiyle içten içe bir vicdan muhasebesi yaşamaya başlıyor. Hayatını üstüne inşa ettiği değerler ve eylemleri arasındaki çelişkilerle yüzleşiyor. Filmin başrollerini ise Umut Karadağ ve Filiz Bozok paylaşıyor.

Resident Evil: Welcome to Raccoon City. Resident Evil serisinin yeniden başlaması anlamına gelen bu film; Milla Jovovich’in oynadığı Resident Evil serisinden farklı olarak Resident Evil oyunun gerçek hikayesine odaklanıyor. Serinin birinci ve ikinci oyununun hikayesinden yola çıkan film, gerçekten oyunun hayranları tarafından merakla bekleniyordu. Ki bende Resident Evil oyunlarıyla büyümüş bir birey olarak merak etmiyor değilim. Özellikle de oyunun karanlık atmosferine uygun bir sinematografiyle hazırlanmış bir film olduğunu öğrendikten sonra. Filmin yönetmen koltuğunda korku gerilim filmlerinden tanıdığımız Johannes Roberts yer alıyor. Oyuncu kadrosunda ise; Kaya Scodelario, Hannah John-Kamen, Robbie Amell, Tom Hopper, Avan Jogia, Donal Logue ve Neal McDonough yer alıyor.

Evet 3 Aralık vizyona giren filmlerden bahsettik. Şimdi de 10 Aralık’ta vizyona girecek olan filmlere bakacağız. İlk filmimiz Petrov’s Flu yani Petrov Grip Oldu. Film ilk bakışta afişi ile dikkat çekiyor. Yine Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye için yarışan filmlerden biri olan Petrov’s Flu’nun yönetmen koltuğunda Kirill Serebrennikov’u görüyoruz. Hatta öyle demeyelim de Serebbrennikov filmi diyelim. Filmin başrollerinde ise Semyon Serzin, Yuliya Peresild, Yuri Kolokolnikov yer alıyor. Konusuna gelecek olursak; Grip olan ve sürekli öksüren çizgi roman sanatçısı Petrov, arkadaşı Igor tarafından uzun bir yürüyüşe çıkarılır. Gerçekle fantezi arasında gidip gelen ilginç olaylar, art arda yaşanır. Sovyetlerin son döneminden günümüze uzanan film masal ile kabus arası bir Rusya portresi sunarken, hayal ve hakikatin hem gerçek hem de mecazi bir hastalığın pençesinde kabusa dönüştüğü fantastik bir aile romanı şeklinde niteleniyor.

Sırada bir Alman filmi var. Satranç. Almancası çok zor. Filmin yönetmen koltuğunda Philipp Stölzl yer alıyor. Filmin başrollerinde ise Oliver Masucci, Albrecht Schuch, Birgit Minichmayr yer alıyor. Senaryosunu Eldar Grigorian ve Philipp Stölzl’ün birlikte yazdığı filmin konusuna gelecek olursak; Naziler tarafından hapsedilen bir avukat, Gestapo karargahına götürülür. Nazi yetkilileriyle işbirliği yapmayı ve ele aldığı davalar hakkında bilgi vermeyi reddettiği için hücre hapsine gönderilen avukat, uğradığı psikolojik işkencelere dayanmak için satranca sığınıyor. Konusundan dolayı satranç severler için izlenilebilecek bir film olduğu kanaatindeyim.

Sırada bir müzikal film var. West Side Story yani Batı Yakasının Hikayesi. Bu popüler müzikal ilk olarak 1957’de tiyatrolarda sahnelenmeye başladı. Müzikal ödül üzerine ödüller kazandı. Ve 1961’de sinemaya uyarlandı. 10 dalda Oscar ödülü alarak inanılmaz bir başarı elde etti. Robert Wise’ın yönetmenliğini yaptığı bu müzikal film; 1997 yılında kültürel, tarihi ve estetik olarak önemli sayılarak ABD Ulusal Film Arşivi’nde muhafaza altına alındı. Bu hafta ise vizyona yeniden çekilerek geliyor. Ve en çok dikkat çeken ise filmin yönetmen koltuğunda Steven Spielberg’in oturuyor olması. Spielberg’den müzikal izlemek ilginç olacak gibi. Filmin oyuncu kadrosunda ise;  Ansel Elgort, Rachel Ziegler, Ariana DeBose yer alıyor. Filmin yani müzikalin konusuna gelecek olursak; 1950’lerin ortasında New York, Upper West Side mahallesinde geçiyor. Oldukça farklı etnik kökenlerin birlikte yaşadığı bu yerde işçi sınıfından vatandaşlar kalıyor. Müzikal, iki grubun atışmaları ve bu nefretin arasında kalan sonu da pek mutlu bitmeyen bir aşkı konu alıyor. Müzikalde iki tane grup var; Jetler ve Köpekbalıkları. Bunların atışmalarının asıl sebebi mahallede neresi kime ait olacak kavgası ve etnik gruplarının farklı olması; Jetler beyaz, Köpekbalıkları ise Puerto Ricolu yani koyu tenliler. Müzikal boyunca onların yeri geldiğinde kesici alet bile kullandıkları kavgaları müzik ve danslar eşliğinde izleyiciye aktarılıyor.

Bir sonraki filmimiz bir bilim kurgu filmi. Tides. Tides’ı farklı kılan bir bilim kurguya göre bütçesi olabilir. Yönetmen Tim Fehlbaum’un düşük bütçeli ve post apokaliptik ikinci filmi. Film ilk gösterimini ise Berlin Uluslararası Film Festivalinde yaptı. Filmin konusuna gelecek olursak; İklim değişiklikleri, salgınlar ve savaşlar nedeniyle yaşanmaz hâle gelen Dünya’dan kaçarak Kepler 209 gezegenine sığınan elit kesim, burada kendilerine huzurlu bir yaşam kurmak ister. Ne var ki yeni Güneş’leri Kepler’in yaydığı radyasyon bütün hayallerini yıkar. Zira tüm koloni kısa süre içinde doğurganlığını yitirerek kısırlığa mahkûm olur. Onlarca yıllık araştırmalara rağmen sorun çözülemez ve koloninin yaş ortalaması 40’lara kadar gelip çatar. Durumun vahameti ilerleyince, Dünya’ya geri dönüşün mümkün olup olmadığını öğrenmek için Ulysses Projesi hayata geçirilir, ancak inişten hemen sonra ekiple bağlantı kesilir. İlk görevde babasını yitiren Blake, ikinci Ulysses Projesi’ne seçilerek Dünya’ya ayak bastığında kasvetli, ıslak ve puslu bir gezegenle karşılaşır. Umut vaat eden ilk incelemelerin ardından ıssız sandığı bu dünyada yalnız olmadığını anlaması ve amansız bir mücadeleye atılması gecikmez. Bakalım sinemada nasıl bir tat verecek.

Sıradaki filmimiz bir yerli yapım Dayı: Bir Adamın Hikayesi. Listeye alıp almama konusunda biraz arada kaldığım bir filmdi ama yeşilçam esintisinden dolayı almak istedim. Filmin yönetmen koltuğunda Uğur Bayraktar yer alıyor. Başrolünde Ufuk Bayraktar’ın yer aldığı filmde ona; Gizem Karaca, Ahmet Varlı, Beste Bereket ,Turgut Tunçalp, Murat Akkoyunlu, Ümit Çırak ve Timur Ölkebaş gibi isimler eşlik ediyor. Konusuna gelecek olursak; Cesareti, merhameti ve adalet duygusu daha küçük yaştayken içine yerleşmiş olan kahramanımızın köydeki haylazlıklarından bıkmış olan ailesi, onu çalışması için İstanbul’da kahvehanecilik yapan köylüleri Seyfi’nin yanına gönderirler. Böylece kahramanımız çeşitli olaylar silsilesiyle kabadayılar alemine girecek ve alemdeki zirveye yükseliş hikayesi başlayacaktır. Bakalım bir yerli diziden farklı olacak mı?

10 Aralık’ta vizyona giren filmlere baktıktan sonar 17 Aralık’a geçiyoruz. İlk filmimiz Quad yani Yarım Kalan Hayat. Filmin yönetmen koltuğunda Michael Uppendahl yer alıyor. Filmin başrollerinde ise; Aaron Paul, Lena Olin, Tom Berenger, Celia Weston, Michael Weston yer alıyor. Film, her alanda hayatının baharını yaşamakta olan başarılı Adam’ın geçirdiği bir kaza sonucu değişen hayatını konu ediniyor. Adam Niskar’ın hayatı başarılarla doludur. İşinde hızla yükselmiş, genç yaşında iyi bir birikim yapmıştır. Güzel bir evi, iyi giden bir ilişkisi vardır. Üstelik işyerinde de terfi alır. Ancak Adam’ın dünyası bir kaza sonucu tepe taklak olacaktır. Denize atlarken yanlış bir hareket yapan Adam felçli kalır. Kız arkadaşı bu duruma uzun süre dayanamaz. Annesi ve babası olayı kabullenmekte güçlük çeker. Ama Adam mücadele etmeye kararlıdır. Sanırım çok derin bir dram izleyeceğiz.

Sırada yine bir yerli filmimiz var. Kumbara. Filmin yönetmen koltuğunda Ferit Karol yer alıyor. Araştırdığım kadarıyla senaryosuda kendisinin yazdığı film; yönetmenin ilk uzun metraj filmi. Filmin oyuncu kadrosunda; Murat Kılıç, Gülçin Kültür Şahin, Mert Ateş yer alıyor. Benim en çok ilgimi çeken noktalardan biri de başrolde Murat Kılıç’ın rol alıyor olması. Natüralist oyunculuğuyla beğendiğim bir oyuncu kendisi. Filmin konusuna gelecek olursak; Orhan kendi halinde bir aile babasıdır. Bir yandan ev kazası yüzünden komada olan annesiyle ilgilenir, bir yandan da kefil olduğu arkadaşı ortadan kaybolduğu için üzerine kalan borcu kapatmakla uğraşır. Bu süreçte ailesiyle de arası açılır ve zamanla baba rolünü kaybeder. İçine girdiği buhrandan kurtulmak için ek iş denemelerine giren Orhan, giderek başka bir adam haline gelecektir. Film başarılı ise güzel bir psikolojik dram izleyeceğimize eminim

Sıradaki filmimiz The Lost Daughter. Filmi tanıtma konusunda arada kaldım biraz. Çünkü 31 aralıkta da Netflix’te yayında olacak. Yani vizyonda kalma süresi sanırım çok uzun olmayacak. Neyse filmin yönetmen koltuğunda filmi Elena Ferrante’nin romanından uyarlamasını yapan Maggie Gylenhall oturuyor. Jake Gylenhall’ın kardeşi olan Maggie Gylenhall’ın ilk uzun metrajlı filmi ayrıca. Filmin başrollerini ise; Olivia Colman ve Dakota Johnson paylaşıyor. Filmle ilgili her şeyden önce merak ettiğim şey ise Olivia Colman’ın performansı. Filmin konusuna gelecek olursak ki romandan birebir uyarlama; İngilizce öğretmeni olan Leda, kendisini işine ve çocuklarıya adayan bekar bir annedir. Kızları babalarıyla birlikte olmak için evden ayrıldığında Leda kendisini fazlasıyla yalnız hisseder. Bu histen uzaklaşmak isteyen Leda, Güney İtalya’da küçük bir sahil kasabasında tatil yapmaya karar verir. Ancak sakin ve sessiz geçen birkaç günün ardından Leda’nın tanıştığı rahatsız edici bir aile, Leda’nın geçmişiyle yüzleşmek zorunda kalmasına neden olur. Bakalım nasıl bir yapım izleyeceğiz.

Evet 17 Aralık’ta vizyona girecek son filme geldik. Spider-Man: No Way Home. Yeni nesil Spider Man serisinin 3. filmi olan No Way Home’da Peter Parker’ı son iki filmde olduğu gibi yine Tom Holland canlandırıyor. Filmin yönetmen koltuğunda son iki filmde olduğu gibi Jon Watts yer alıyor. Çok beklenen bir seri filmi olduğu için çok detaylardan bahsetmeyeceğim. No Way Home’un konusuna gelecek olursak; Filmde Spider-Man’in gerçek kimliğinin Peter Parker olarak ortaya çıkmasından sonra gelişen olaylar konu ediniliyor. Peter, kimliğinin ortaya çıkmasından sonra büyük suçlamalarla karşı karşıya kalır. Medyanın baskısı altında kalınca yakınındakiler de tehlikeye girer, bunun üzerine Peter, çözümü Doktor Strange’in kapısını çalmakta bulur. Strange’in yaptığı büyü ile istediğine ulaşmayı planlasa da, gerçeklikte değişime neden olan bu büyü ile birlikte Peter ve Spider-Man’in (çoğumuz için tanıdık) yeni düşmanları ortaya çıkacaktır. Bakalım yeni filmde neler göreceğiz. Ben filmi izlemeyeceğim muhtemelen.

24 Aralık’ta vizyona giren filmlere geçiyoruz şimdi de. İlk filmimiz Tout s’est bien passé yani Her Şey Yolunda. Bir François Ozon filmi olan her şey yolunda, prömiyerini Cannes film festivalinde yapan filmlerden bir diğeri. Ozon’un, Emmanuèle Bernheim’ın aynı isme sahip romanından sinemaya uyarladığı film konusuna gelecek olursak; 85 yaşındaki André felç geçirerek hastaneye kaldırılır. Kızı Emmanuèle hemen babasının başucuna gelir. Hasta, ümitsiz ve çaresiz André, kızından hayatını sonlandırması için yardım ister. Emmanuele bu isteğe cevap verebilecek midir? İşte filmin asıl odaklandığı soru da bu. Filmin başrollerini ise iki usta oyuncu Sophie Marceau ve André Dussollier paylaşıyor. Bu iki oyuncunun performansını izlemek keyifli olacak diye umuyorum.

İkinci filmimiz ise The Electrical Life of Louis Wain. Film 1860- 1939 yılları arasında yaşayan ve çizdiği büyük gözlü kediler ile tanınan İngiliz ressam Louis Wain‘in hayatını konu alıyor. Film, Wain’in okul hayatı, kariyeri, evlilik yaşantısı gibi hayatının birçok evresi gözler önüne seriliyor. 10 yaşına kadar ailesi tarafından okula gönderilmeyen ve sıktıntılı bir okul yaşamı geçiren Wain, West London School of Art’a girmesi ile hayatı değişir. Sanatı hayatının odağı haline getiren Wain, 23 yaşına geldiğinde kendisinden 10 yaş büyük olan Emily ile evlenir. Ancak çiftin mutlulukları uzun sürmez, evliliklerinin 3. yılında Emily meme kanserinden yaşamını yitirir. Eşini kaybetmesinin ardından kendisini çizimlerine veren Wain, takıntı haline getirdiği kedileri eserlerine yansıtmaya başlar. Filmin yönetmen koltuğunda 35 yaşındaki Japon asıllı İngiliz yönetmen Will Sharpe yer alıyor. Filmde Louis Wain’i son yıllarda iyice yükselen yıldız oyuncu Benedict Cumberbatch canlandırıyor. Louis Wain tablolarınının özellikle psikoloji alanında çok fazla kullanılması da filmin pskolojik boyutunu fazlasıyla merak ettiriyor. Bakalım doyurucu bir biyografik film görebilecek miyiz.

24 Aralık’ta vizyona girecek son filmimiz ise bu ayın hatta yılında olabilir en çok beklenen filmi diyebiliriz. Matrix Resurrections. Son Matrix filminden 18 sene sonra yeni bir Matrix filmi gerçekten dünya üzerinde büyük yankı uyandırdı. Tabi hayranlarında kafası fazlasıyla karışıktı. Bir devam filmi mi? Yoksa bağımsız bir film mi? Filmin senaristlerinden David Mitchell bu karışıklığı ”Kesinlikle bir devam filmi değil, kendisinden önce gelen diğer üç Matrix filmini kapsayan özerk bir film. Çok güzel ve tuhaf bir yapım. Ayrıca aksiyon filmlerinde görmediğimiz bazı şeyleri de başarıyor yani gişe rekorları kıran filmlerin kurallarını altüst ediyor” diyerek ortadan kaldırmış oldu. Filmin yönetmen koltuğunda ilk 3 filmde olduğu gibi Lana Wachowski oturuyor. Fakat filmin oyuncu kadrosunda Neo yani Keanu Reeves ve Trinity yani Carrie Anne Moss haricinde köklü bir değişim var. Şahsen Hugo Weaving’i göremeyecek olmak bir üzmedi değil. Tabi ki Laurence Fishburn’ü de öyle fakat Fishburn filmde Morpheus’un gençlik halleri olacağı için yer almıyor. Bu da yine film hakkında çok az sahip olduğumuz resmi bilgilerden biri.

31 Aralık’ta da vizyona girecek filmler var elbette, ancak bir çoğu yurt dışında uzun zaman önce vizyona girdiği için internetten rahatlıkla izlenebiliyor. Bu sebeple değerlendirmeye aldığım film yok. Kısacası Aralık ayında sinema da bizi nelerin beklediğinden bahsettik. Gerçekten fazlasıyla dolu bir sinema ayı olacak. Toplamda 16 tane filmden bahsettim sizler için. Şimdiyse bu filmler içinden kesinlikle sinemada izleyeceğim ilk 5 filmi paylaşacağım sizlerle.

5. Film – Resident Evil olacak. Normalde sinemada izlemezdim ancak sinematografi ve sesin oyun atmosferine uygun yapılmış olması sinema da izleme isteği uyandırdı.

4. Film – Kumbara filmi olacak. Hem bir yerli yönetmenin ilk filmi olması hem de Murat Kılıç’ın oyunculuğu sinemada izlenme sebebi. Umarım hayal kırıklığı olmaz.

3. Film – The French Dispatch olacak. Çünkü Wes Anderson’ın filmlerindeki sinematografik kalite ve pastel renklerin can alıcılığı kesinlikle dev ekranda izlenmeyi hak ediyor.

2. Film – Petrov’s Flu olacak. Fantastik bir sanat filmini sinemada izlemenin keyfi bir başka olacak gibi.

Evet geldik 1. Filme. 1. Film kesinlikle daha fazla sabretmeme imkan olmadığı için Matrix olacak. 18 sene bekledik sonuçta.

Editör: Çağlar Barikan